22 Ekim 2008

Okullu Minikler

Geçen hafta Arabistan'da okullar açıldı. Ramazan dolayısıyla biraz geç açılmış oldu. Kızımı bu ilk gününde yalnız bırakmadım elbette her anne gibi. Sabahın erken saatlerinde düştük yollara. Bu annelerin hakkı hiç ödenemez gerçekten. Okula vardığımızda büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Okulun ortasındaki geniş meydana toplamışlar herkesi. Öncelikle öğrencilerin boyunlarına öğrenci kartlarını asarak sınıflara taksim etmeye çalışıyorlardı. İzdiham büyüktü bu yüzden bu pek de kolay olmadı. Öğretmenler çözümü anneleri ordan çıkarmakta buldular ve bizler çocuklarımızı bırakıp koridora geçtik. Her anne evladını uzaktan izliyordu. Kimi çocuk iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Kimisi de çok mutluydu. Kimisi de şaşkın şaşkın bakınıyordu etrafa. Benim kızım da bunlardan birisiydi:) O şaşkın şaşkın bakarken bir bayan on cm'lik topuğuyla geldi ve Betülcüğümün parmağını ezdi. Olayı uzaktan gören ben, şimşek gibi fırladım kızıma doğru. Parmağı anında şişmiş ve morarmıştı. Ağlamaktan nefesi kesilmişti adeta yavrucuğun. Sebep olan dikkatsiz bayanı bir sürü çocuk olduğunu hatırlatarak biraz daha dikkatli olması için uyardım ve çocuğu alarak doktor odasının yolunu tuttum. Doktor ilaç sürdükten sonra tekrar yerimize döndük. Bu arada çocuklar iyice sınıflarına ayrılmışlardı. Artık yavaş yavaş sınıflarına giriyolardı ama asıl mesele bundan sonra başladı.

Ağlayan çocukların sayısı artmıştı. Üstelik artık sadece çocuklar değil anneler de ağlamaya başlamıştı. Bir anne sınıfta yerlerde yuvarlanarak ağlayan çocuğuna gizlice camdan bakarken kendisi de ağlıyordu. Çok acıklı bir tabloydu bana göre. Baktığım her köşede birileri ağlıyordu çocukları için. Aslında ağlanmayacak gibi de değildi. Bahsettiğim çocuklar üç ve dört yaşlarındaydı çünkü. Miniciklerdi henüz. Kendi kızım için ağlamayan ben neredeyse başka çocuklar için hatta anneleri için ağlamak üzereydim ki; minik bir erkek çocuğu sırtında çantası ile eteğime yapıştı. Çok ağlamış. Kıpkırmızı ve yaşlı gözleriyle gözlerime bakarak "feyn mama" demez mi? Hala gözümün önüne geliyor yaşlı gözleri:( Nasıl üzüldüğümü anlatamam. Çocuğu kucakladım öncelikle, kendisini nasıl yalnız hissetmişse hiç tanımadığı bana sımsıkı sarıldı. Sonra onu teskin etmeye çalışarak bir görevliye götürdüm ve teslim ettim.

Öğretmenleri bu konuda çok tebrik ettim gerçekten. Çocuklara son derece şefkatli yaklaşıyorlardı. Bazı öğretmenler çocukları susturabilmek için epeyce ter döküyolardı. Bir sınıfa camdan bakarken, bir öğretmeni ağlayan çocuğu susturabilmek için azarlamak yerine, bizim çocuklarımıza evde kimse yokken yemek yedirebilmek için yaptığımız komik hareketlerden yaparken gördüm. Yazık, öğretmen beni görünce mahcup oldu gülümseyerek ama ben ziyanı yok hepimiz yapıyoruz yeri gelince der gibi bir el hareketiyle devam etmesini söylüyordum:) İlk hafta okula her gün gittim. Bazı öğrencileri tanımıştım artık sima olarak. Her gün ağlıyorlardı yavrucaklar... Kimi anne gördüm ki çocuğunu ilk gün getirip bırakmış ve evine dönmüştü. O çocuğu tahmin edin artık. Kapıda dışarı çıkmak için görevli bayanla boğuşuyordu gözyaşları içinde. Annesinin işi gücü vardır desem o zaman çocuğunu işi olmadığı bir gün getirsin okula. Acelesi yok ki. Bir kaç günle bir şey olmaz. O yaşta ki bir çocuğu hem de kız çocuğunu okula bırakıp gitmek cesaret ister bence.

Bu arada okulda bir Lübnanlı bayanla tanıştım ve arapça konuştum:) Şimdiye kadar konuştuğum en güzel arapçaydı diyebilrim. O bayan bana ilham mı verdi nedir anlayamadım. Bu yüzden tekrar görüşmeyi düşünüyorum onunla en kısa zamanda.:) Kendisi de farketti zaten, çok güzel konuşuyorsun dedi. Beni sevindirdi sağolsun. Çok da samimi ve sıcak bir arkadaştı. İlk görüşmede insanın birisine içinin ısınması pek kolay bir şey değildir. Bu yüzden bu fırsatı kaçırmamam lazım. Yeni ortam yeni arkadaş demek. Yeni arkadaş mutluluk demek:) Bu Lübnanlı arkadaştan öğreneceğim çok şey var. Ben bir öğreneyim, Türkiye'ye dönünce ablamlara falan da öğretmeyi düşünüyorum, sevaptır.:))

12 Ekim 2008

Sevemedim Şu Düzeni

Bir çok kişi bilir sanırım Arabistan'da hayatın gece başladığını, insanların gündüz uyuyup akşama doğru kahvaltı yaptıklarını, yatsı namazından sonra çarşı pazar işleri ile uğraştıkarını, sabah namazı vaktinde de herkesin evine döndüğünü. Hiç sevemedim bu düzeni, hiiç!
Günün bütün bereketi uçup gidiyor. İnsan aptal gibi oluyor. Uyandığınızda güneşin batmak üzere olması çok kötü bir şey, utanç verici.Normal zamanda elimden geldiğince uymuyorum bu düzene fakat ramazan ayından yeni çıktık ve ramazanda uymak zorunda kalıyor insan. Başka çare bırakmıyorlar. Sözüm ona güne başladığımda iftar diye kahvaltı hazırlıyordum. Çocuklarda bu düzene ayak uyduruyorlar elbette. Zaten uykuya düşmanlar. Bayılana kadar bekliyorlar artık. Böyle bir fırsatı bulmuşlar, uyurlar mı hiç?
Hadi ramazan geçti,hatta on gün oldu ama ben yoğun çabama rağmen istediğim düzeni kuramadım henüz. Hala ramazandaymışız gibi yaşıyoruz maalesef. Moralimi en çok bozan şey ise çocuklar. Her gün biraz daha erteliyorlar uykuyu. Sabahın yedisinde uyuyup akşamın altısında zorla uyanmalarından çok sıkıldım. Kendimce çözüm yolları denedim. Saat kurarak erkenden uyandırdım ki gün boyu uykusuz kalsınlar, akşam olunca bayılsınlar diye, ama ne akşam bayıldılar, ne de ben onları gün boyu uyanık tutabildim. Bu çok zor bir şey. Narkoz almış gibi oluyorlar uykudan. Gece öyle olsalar ya. Günlerce bir çok yolu denedim ama galip gelen hep onlar oldu. Her geçen gün biraz daha acımasız oluyordum ve en sonunda aklıma parlak bir fikir geldi.
Bir çok arkadaşımı bunu yaptıkları için uyarmıştım zamanında ama insan bazan çaresizlikten yapıyormuş meğer. İşte ben de o çaresizlerden birisi olarak eczaneden uyku şurubu aldım ve içirdim onlara. O gün çok mutluydum çünkü hayalimde şurubun etkisinden erkenden bayılacaklarını düşünmüştüm gün boyu, sabaha kadar uyanmazlar artık diyordum lakin hiçte öyle olmadı. İlacın zerre kadar bile etkisi olmadı bu canavarlarda. İlacı da yendiler yani. Ne biçim uyku şurubuysa. Akşam kızım uyanınca, "Anne yaa, ne çabuk gece oluyor" demez mi bir de. Eninde sonunda o ilaç şişesini ben kafaya dikeceğim ve günlerce uyuyarak bu canavarları unutucağım o olacak yani.
Hiç sevmiyorum bu düzeni hiiç!

6 Ekim 2008

Ramazanın Son Günleri

Türkiye'den döndüğümüzden beri göçebe hayatı yaşıyoruz sevgili blogcu arkadaşlarım. Allah sizi inandırsın, koskoca mübarek ramazan ayında tam iki kez ev taşıyıp yerleştirdim. Bildiğiniz ev taşıma yani. Hayallerimdeki ramazanla hiç alakası yoktu geçirdiğim ramazanın. Mekke, Medine yanı başımda ve müberak ramazan ayında ben oralara doğru düzgün gidemedim bile. Eşya toplamaktan ve temizlik yapmaktan pek fırsatım olmadı.Allahtan ramazanın son günlerinde Medine'de beş teravih kılabildim. Mekke'de nasip olmadı. Bayram namazında gidebildik Mekke'ye de.Medine çooook güzeldi. Bambaşkaydı. Bayılıyorum Medine'ye. İnsana farklı bir huzur veriyor. İftar sofraları, teravihler, son on gün kılınan gece namazları, arkasından kılınan sabah namazları...Bütün bunları anlatmadan önce Mescid-i Nebevi'den bir kaç fotoğraf sunmak istiyorum.


Babüsselamdan (selam kapısı) Efendimize selam vererek içeri girelim.

Cemaat kalabalık. Beyler sakin sakin huşu içinde namaz kılıyorlar. Tabi çoluk çocuk olmazsa ben de böyle kılarım namazımı. Resmin taaa arkasına bakın, tahta ile bölünen bir kısım var.İşte orada zavallı bizler namaz kılmaya çalışıyoruz:(

Mescid-i Nebevi'nin bahçesine kocaman şemsiyeler yapılıyor. Yukarıda tamamlanmış bir şemsiyeyi açılırken görüyorsunuz.

Bu şemsiyeler henüz bitmemiş. Gördüğünüz gibi iskeletleri hazır sadece.

Bitmiş ve açılmış bir şemsiye. Desenlerini bile görebilirsiniz:)

Biraz daha uzaktan görünümü. Bahçenin her yeri böyle olacak galiba.

Yazıma, iftar sofralarından başlamak istiyorum. İkindi namazının akabinde insanlar iftar açacakları sofranın kurulacağı yere doğru ilerliyorlar. Zaten hazırlıklarda gecikmeden başlıyor. Aksi takdirde o kadar insanın sofrası iftara yetişmez. Türkler çok fazlaydı mescidde. Bunu sadece ben değil herkes söylüyordu. Maşaallah dikkat çekmeyecek gibi değildik. Üstelik bu kez çok daha şuurlu gördüm türkleri. Hepsi olmasa da büyük bir kısmı daha bir dikkat ediyorlardı hallerine. Mesela tesettürlerine. Geçen seneye kadar türk bayanlar giydikleri kıyafetlerle ben burdayım derlerdi adeta. Fakat bu kez abaya tabir edilen, bu yaz Türkiye'de de bir çok kişinin kullandığını gördüğüm siyah pardesü ve örtü kullanıyorlardı. Bazı türkler bunu, araplara özenti ve onlara benzemeye çalışma, taklit olarak görseler de bence doğru olan bu. Siyah şart değil elbette ama dergiden fırlamış gibi de gezilmemeli buralarda.Herkesin siyah giydiği bir yerde,hele ki alelade bir yerde değil, Mekke ve Medine'de eğer beyaz pantolon, beyaz tunik ve koca bir topuzun üstüne gelişi güzel attılmış şalla tavaf ederseniz, (ha bir de makyaj var tabi, çok değil ama hafifcecik) çocukluğunuza inelim derim ben. Bu arada burdan da hemen duyurayım, buraya gelip de bu şekilde giyinmeyi düşünenler varsa, arap hatunlar türk hatunlara haklarını haram ediyorlarmış. Benden söylemesi.

İftar sofraları başlı başına bir hizmet Medine'de. Mescidin içinde bu sene hiç iftar yapmadım, bu yüzden bahçesindeki sofralardan bahsedeceğim size. Çeşit sofraya göre değişiyor. İstanbul sofrasında iki kez açtım orucumu. Genelde pilav, tavuk, yoğurt,meyve suyu oluyordu.Sofrayla ilgilenen bayanla sohbet ettik biraz. Bu sofrada ve daha bir çok sofradaki bütün masrafı hayırsever suudiler karşılıyorlarmış. Bir de, Türkiye'den umre için gelen bir çok eski arkadaşımla da karşılaştığım bir sofra var. Orayı bulunca ayrılmadım zaten. Yıllar önce, uzun zaman beraber kaldığım arkadaşlarımla, Mescid-i Nebevi'de, iftar sofrasında oturup, ezanı beklerken Türkiye'deki arkadaşlarımızı arayıp hava atacağımız hiç aklıma gelmezdi:) Lafı gelmişken söyleyeyim, üstümde kalmasın: "Abla Esmanur Ablanın çok selamı vardı sana :)" Gelelim sadede; bu sofra çok zengin oluyor. Medine'de yıllardır oturan Türklerin evlerinde pişirdikleri yemekleri ikram ettikleri sofra.Sofrada bir sürü çevre edindim kendime. Öyle mutluyum ki bu yüzden. Hatta bir teyze var ki, onda annemin sıcaklığını hissettim, çok sevdim. Belki annemi özlediğim içindir,üstelik isimleri de aynıymış.Hatta eşinin ismiyle de babamın ismi aynıymış. Ne büyük tevafuk:)Bu sofranın hemen yanında başka milletlerin sofrası oluyordu. Bizim oturduğumuz sofraya gelip yemeklerden istiyorlardı, ramazan günü elbette boş çevrilmez. Kendi önümüzden alıp veriyorduk ama ne acı ki, verdiğimiz yemekleri iftardan sonra çöpte görüyorduk. Bazan da yemeklere bakıp etli değilse hiç almıyorlardı zaten. Allah akıl fikir versin. Etteki şu lezzeti bir ben anlayamadım zaten.

Kamet sesiyle insanlar kendine geliyordu. Herkes yemeğe öyle bir gömülmüş oluyordu ki, namaz olmasa bence yatsıya kadar devam ederdi sofra faslı:) Hatta bir kısım insanlar, namazdan hemen sonra dönüp devam ediyorlardı yemeğe. Zaten namazımızı yemek yediğimiz yerde kılıyorduk çaresiz. O kadar kısa sürede sofrayı toplayamazdık. Namazı nerdeyse sofranın içinde kılacaktık artık. Bazılarının abayalarını ayranlı falan görüyordum namazdan sonra. Biraz dikkatli bakan olsa menüyü abayanın etek uçlarından anlayabilir aslında:) Namaz kılarken arap bayanlar çok ilginç davranışlarda bulunuyorlar. Mesela çocuk mu gitti, hiç probem değil, namaz kılan annesi hemen gider alır ve namaza kaldığı yerden devam eder veya hemen önünde çocuk arabasına koyduğu yavrusu anne namazdayken arabadan inmeye mi kalkışıyor, önce bir kaç kez el uyarısı yapılır ve ardından hafifçe itilir ayağa kalkan çocuk oturması için. Bu da mı yetmedi, o zaman çocuğu iki eliyle biraz havaya kaldırıp bir kaç kez silkeleyen sinirli annesi sonra da süratle arabaya adeta yapıştırır masumcağızı. Hadi yine kalksın da göreyim bakalım:) İşte bu kadının yüzünden neredeyse namazım bozuluyordu. Bunlar insan da huşu falan bırakmazlar. Zaten sofrada kılınan, ve her tarafınızdan çeşitli ağıt tarzlarıyla zırlayan çocukların olduğu bir namazdan ne kadar huşu beklenir ki ? Böyle havalı havalı konuştuğuma bakmayın, bunlardan iki tane de bende vardı. Bazan arap hatunlar gibi yapmak istemedim değil hani. Birisi cevaz verirse çok makbule geçecek yani:)

Akşam namazından sonra yemeğe devam edenler ediyordu, ben hemen bulduğum yoldan kaçıyordum otele doğru. Teravihe kadar vaktimiz vardı. Hazırlanıp ancak yetişiyordum mescide. Bahçesine girerken bazan namaz başlamış oluyordu. İkinci rekatına yetişmek için çocuk arabasıyla koşar adımlarla ilerlerken, bazı türk bayanların yüzünden son rekatına yetişebiliyordum ancak. Bizim bu türkleri buraya getirmeden önce kafile hocalarının falan biraz bilgilendirmesi lazım bence. O kadar insan saf tutmuş namaz kılıyorlar omuz omuza. Öyle kalabalık ki maşaallah, yer bulmakta hep zorlandım ama bazı türkler gidiyorlar geniş geniş ön tarafda üç beş kişiyle saf tutuyorlar. Sanki o kadar insan orda namaz kılmayı bilmiyor. Bir kişi de uyarmamış bunları imamın önünde saf tutulmaz diye. Ayıptır söylemesi bir ben, bir de bir temizlikçi vardı sağolsun. Her gün yılmadan bir sürü kişiye söylüyorduk, bazıları namazı bozup teşekkür ederken bazıları da namazda gülmekle yetiniyorladı, "ne diyor ya bu?" dercesine.
Teravihi iki imam kıldırıyor. Yarısında değişiyorlar. İlk onunu kıldıran imam daha yavaş kıldırıyordu. İkinci onu kıldıran imam da daha yüksek sesle okuyordu sureleri. Saat onbire doğru bitiyordu teravih. Çocuklarla pek kolay olmuyordu elbette ama hiç bir zorluk Efendimizin yanında mübarek ramazan ayında teravih namazı kılmak gibi bir şerefden alıkoyamazdı bizi.

Saat bir gibi başlayan gece namazı on rekat kılınıyordu ve saat üçte bitiyordu. Her rekatta üç sayfa okunuyordu ama hakkını vererek okuyordu imam. Öyle güzel geliyor ki insanın kulağına, ah bir de manasını anlasam diye çok iç çektim namazlarda. İnsan anlamadan böyle duygulanıyor, bir de anlasak nasıl bir lezzet alırız Allah kelamından. Öyle anlar var ki, namaz kılarken imam dakikalarca boğazındaki düğümün çözülmesini bekliyor sureye devam etmek için. Arkasındaki cemaati siz düşünün artık. Bir gün bilir bir kişiye sormuştum, hangi ayetlerde ağlıyorlar diye, azap ayetlerinde ağladıklarını söylemişti. Bu kez dikkat ettim gerçekten de ağladığı vakit, ayette geçen azap kelimesini okuyordu imam. Dünyada böylesine ağlayan gözlerimizi cennetinde çok güldür Allah'ım.

İki saat süren bu eşsiz gece namazının akabinde cemaatin geneli otellerine dinlenmeye çekiliyordu.İsteyen sabah namazına kadar beklemeyi tercih ediyordu.

Sabah, namazdan sonra öğlene kadar Ravzayı Mutahhara hanımlara açılıyordu. Fakat ben henüz Hacer-ül Esvedi göremediğim gibi Efendimizin mübarek kabrinin yanına da varamadım. Hanımlara açılıyor diyorum ama malesef bazı hanımlar bu gibi konularda akl-ı selim davranamıyorlar. Ravzaya giren bir arkadaşımın anlattığına göre, ağlayanlar, üstünü başını parçalayanlar, dövünenler, ağıt yakanlar oluyormuş. Polislerin yerinde olsam tutarım kollarından ve dışarıya çıkarırım bu gibi kadınları. Bir de resmini basıp kapıya asarım, bu kişi bir daha ravzaya alınmayacak diye. İşte bu gibi hanımların yüzünden bizlere de herşey yasak burada. İşin esası, Efendimize edilen dua, salatı selam nereden olsa gider elbette, fakat senelerdir burada yaşayıp da, hala kabrinin yanına gidememek üzüyor beni. Biraz da benim tercihim elbette. Daha doğrusu karşılaşacağım kötü durumlardan çekinmek. Böyle bir izdihamın içine girmemin bana faydasından çok zararı olur, bir sürü günaha girerim. İyisimi beş on metre uzağından dua etmek. Belki bir an gelir ki, sakince girer kavuşurum Efendime, kabrinin başında duamı ederim. Yanında namazımı kılarım. Hep hayallerimde kalmaz elbette.

Kadir gecesi gelip çatmıştı Medine'de. Mescidde, hiç görmediğim kalabalığı görmüştüm o gece. Aynı zamanda hiç görmediğim kadar suudi görmüştüm. Sanki bütün Medineli o gün Efendimize koşmuştu. Her tarafta suudiler vardı. Bizim türkler bile aralarında kaybolacaktı neredeyse, o kadar çoklardı yani maşaallah. Ümmet-i Muhammed sabaha kadar ibadet etti o mübarek gecede, o mübarek beldede, o mübarek mescitte.

Bayramda Medine'de değildim. Henüz yeni kavuştuğum evime döndüm arefe günü. Döner dönmez misafirlerim başladı. Misafir ağırlamayı da çok özlemişim.Bayram namazı için Kabe'ye gittik. Gece erken saatte gidelim ki trafiğe yakalanmayalım dedik ama olmadı. Her saatte trafik yoğun oluyormuş. Bayramda Mekke' de türk çok azdı. Neredeyse hiç göremedim. Geneli Medine'ye geçmiş ve Türkiye'ye de oradan uçacaklardı. Bayram sabahı Kabe çok kalabalıktı. İkinci katında minicik bir araya giriverdim namaz için. Önceki senelerde Medine' de yine bir bayram sabahı gördüğüm minik kızlardan burada da gördüm. Yine kabarık elbiselerini,gelinliklerini giymiş, kuaförde yeni yapılmış saçlarıyla nazlı nazlı süzülüyorlardı kalabalığın arasında huri misali. Teyzelerine hurma, şeker ikram ediyorladı. Bayram olduğunu tam hissettiriyorlardı. Çocuklar için hediye paketleri hazırlanmış bir sürü, görevliler kalabalıkta dolaşıp gördükleri çocukları sevindiriyorlardı. Bazı hayırseverler de ellerideki bir tomar bir riyalleri dağıtıyorlardı çocuklara. Bayramda Kabe çok güzeldi, gerçi Kabe'yi hiç göremedim o gün. Güya namazdan sonra sakinler ben de aşağıya iner biraz Kabenin karşısında otururum demiştim ama dışarıya çıkana kadar bile öldüm, öldüm dirildim. Çıkışta herkes birilerini bekliyor veya bulabilmek için oradan oraya koşuşturuyorlardı. Telefonlar da kilitlenmişti, kimse kimseye ulaşamadı. Trafik de yine tıkanmıştı, fakat bu kez kalabalıktan değil. Devlet büyükleri çıkıyordu bir çok binadan, bir sürü protokol plakalı araçlar oradan oraya gidiyordu. Saat dokuza kadar yol kenarında bekletildik arabamızla. Protokol amcalar geçtikten sonra trafik seyri de normale döndü. Cidde'ye vardığımızda saat on olmuştu. Sözlerimi bitirirken parmaklarımın ne kadar yorulduğunu farkediyorum ve hepinizin geçmiş bayramını tebrik ediyorum.

2 Ekim 2008

iki arada bir derede

hepinizin bayramı mübarek olsun blogcu arkadaşlarım. ramazanın, bayramın nasıl geçtiğini en yakın zamanda anlatacağım size. bu günlerde çok koşturmaca geçiyor günlerim. şu anda bile ne şartlarda yazdığımı görseniz gözleriniz dolar belki de. ama napayım. içimdeki bu yazı yazma sevgisi beni bu hallere düşürüyor. bu arada cenk ünal beyefendiyede iyi bir fırsat oldu bu yazı. bol bol dil kurallarına temas edebilir:) şimdilik maesseleme...arapça yazmama anlamadıkları için kızanlar olabilir diye türkçesinide yazayım. selametle.